Dünyanın sonunu nasıl alırsınız? Ya da ufak bir düzeltme ile soralım kendi bildiğiniz dünyanın, belki daha küçük ölçekte kendi ülkenizin kıyametini nasıl alırdınız? Hepimizin Covid-19 pandemisi yaşanırken ortak kanısı “Artık uzaylılar da gelsin ve bu çile bitsin!” yönündeydi. Normal hayatlarımıza çoktan döndükten ve en çok kendimize verdiğimiz sözleri çarçabuk unuttuktan sonra, bildiğimiz dünyanın sonu ya da kıyamet, bir başka deyişle ‘apocalypse’ ile aramıza, biraz mesafe koyduğumuz aşikar. Ama sanat ve üretim evreni apokaliptik çöküş senaryoları üzerinden yılmadan çalışmaya devam ediyor. Bu hafta sonundan itibaren (8 Aralık) Netflix ekranlarına gelen Dünyayı Ardında Bırak (Leave the World Behind) filmi de bu alt türün taze -ama umutları pek de yeşertmeyen- örneklerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.
Diziseverlerin bol ödüllü ve alkışlı Mr. Robot ile yakından tanıdığı Sam Esmail’in Kuyruklu Yıldız (Comet) filminden sonraki ikinci uzun metrajlı işi olan film, aslında Bangladeş kökenli Amerikalı yazar Rumaan Alam’ın 2020’de yayınlanan ve Türkçe’ye aynı adla çevrilen romanından uyarlama. Başrollerde ise Julia Roberts, Ethan Hawke, Mahershala Ali’yi seyrederken bu yıldız kadroya yan rollerde Kevin Bacon’ın yanı sıra genç oyuncu Farrah Mackenzie ve yaş olarak biraz daha kıdemli ablası Myha’la Jael Herrold eşlik ediyor. Yani matematik yine iyi kurulmuş; en iyiler ya da çok satanlar listesine girmiş bir romanı al, maliyet sıkıntısı da olmadan en az 2 A+ oyuncu içeren (ki bu filmde 3) bir cast kur, arkan prodüksiyon (zira ABD eski başkanılarından Barrack Obama ve eşi Michelle Obama filmin yapımcıları arasında!) ve teknik açıdan da güçlüyse ver coşkuyu, ver kıyameti, ver komplo teorili çöküşü! Tabii bir çırpıda bu kadar basite indirgemek 2,5 saatlik Dünyayı Ardında Bırak için biraz haksızlık olabilir ama gerçekler de fazla örtbas edilemeyecek kadar açık olabilir, mesela sahile çıkan devasa bir petrol tanker gibi!
Seyirciyi gerilim, dram ve biraz da korku atmosferinde gezdirmeyi hedefleyen yönetmen ve senarist Sam Esmail aslında 5 epizoda böldüğü filminin ilk iki bölümünde, yani hikaye akışı ve gerilim unsurları ile arka arkaya tanıştığımız dakikalarda bu amacına ulaşıyor. İlk yarım saatinde şehirden kısa süreliğine sayfiye bölgesi Long Island’a kaçan, üst sınıf Amerikalı çekirdek aileyi (Amanda – Julia Roberts, Clay – Ethan Hawke, Rose – Farrah Mackenzie ve Archie Sandford – Charlie Evans) takip ettiğimiz film, bu serim bölümüyle seyirciyi yakalamasına yakalıyor; üstelik George Scott (Mahershala Ali) ve kızı Ruth’un (Myha’la) ansızın çıkıp gelmesiyle başlayan çatışmalar aile içi dinamiklerin çarpışmasını egale edip, önce başka, yabancı bir aile ile çarpışmaya sonra da esas büyük resmin herkesi çarpmasına odaklanıyor. Ayrıca bu büyük resme giderken de nereden geldiği belli olmayan devasa bir siber saldırının sıradan halkın zihninde ne kadar kolay düşman yaratabileceği temasını şiar edinerek, 21. yüzyıl insanının elektriksiz ve internetsiz birer hiçe dönüştüğünü de defalarca vurguluyor.
Hatta yabani hayvan sürülerinin masumiyetten vahşiliğe evrimi gibi ya da popülaritesi gittikçe artan otonom cihazların yaratabileceği dehşet senaryoları gibi tekinsiz unsurları filmine serpiştirmekten geri kalmıyor. Üstelik tüm bu huzursuz gerilimlerin karşısına evin küçük kızı Rose’un peşine düştüğü Friends dizisinin parlak (ama sahte olduğunu hepimizin bildiği) dünyasını koyuyor. Tam bir kaostan kaçış ekseni!
Kaynak: https://filmlerde.com/